Dil yalnızca söylenen değil, aynı zamanda susulan şeydir. Sessizliğin de bir dili vardır. Türkçede susmak bile konuşmanın bir parçasıdır.
Evreni anlamaya çalıştıkça, fark ediyoruz ki her şey ama her şey bir düzene, bir ritme, bir frekansa bağlı. Gökyüzündeki yıldızların dizilişi, gezegenlerin yörüngedeki salınımı, dalgaların kıyıya vuruşundaki süreklilik, hatta bir kuşun kanadını açışındaki zarafet… Bütün bu görünenlerin ardında görünmeyen ama hissedilen bir plan vardır. İşte o planın en güçlü aynalarından biri dildir. Daha da ötesi: Dil, kâinatın planıdır.
Bu söz, yalnızca metaforik bir benzetme değildir. Gerçekten de dil, evrendeki tüm varlıkların birbirleriyle kurduğu ilişkilerin görünür hale geldiği bir kodlar sistemidir. Her ses, bir titreşimdir. Her kelime, evrendeki bir gerçekliğin yankısı gibidir. Ve bu yankı, insanın ruhuna çarpar; anlam olur, düşünce olur, duygu olur.
Türkçe bu planın içinde çok özel bir yerde durur. Çünkü Türkçe, doğayı taklit etmez, doğayla akar. Bir su gibi…
Örneğin “ırmak” kelimesini düşünelim. İçinde akan bir suyun sesi gizlidir. “r” harfinin şelâle gibi yuvarlanışı, “m” ile yumuşayıp “k” ile kıyıya varması… Bu yalnızca fonetik bir oyun değildir; dilin sesiyle doğayı taklit etmesi değil, onunla birlikte yaşamasıdır.
Türkçede her sözcükte bir dokunuş, bir tezahür vardır. “Gönül” dediğinizde kalp değil yalnızca, bir evreni sezmeye başlarsınız. “Yol” kelimesi bir asfaltı değil; bir hayatı, bir arayışı, bir öğretiyi çağırır zihne. “Düş” dersiniz mesela, düşmekle rüyayı aynı kökten bağlarsınız. Çünkü ruhun hareketiyle bedenin düşüşü, aynı düzlemin iki yansımasıdır.
Bu yüzden Türkçe; sadece seslerden oluşmuş bir araç değil, yaşayan bir varlıktır. Kökleri Orta Asya’nın rüzgârlı bozkırlarında, dalları Balkanlar’da, Anadolu’da, Mezopotamya’da, Kafkasya’da filizlenmiş; yapraklarını milyonlarca insanın dilinden, yüreğinden almıştır. Her ağızda başka bir tını, her coğrafyada başka bir nefesle hayat bulmuştur.
Eğer evrenin bir dili varsa –ki vardır– işte Türkçe bu dili en saf, en doğal haliyle taşır. Çünkü Türkçe bir sese yalnızca biçim vermez, ona ruh da üfler. Ses uyumları, hece yapılarına gizlenmiş ritmik denge, sözcüklerin şiirsel örgüsü… Bunlar sadece gramer kuralları değildir. Bunlar, kâinatla aynı frekansta konuşmanın yollarıdır.
Bugün teknoloji, hız, kalıplaşmış iletişim biçimleri dilin özünü tehdit ediyor. Türkçenin anlam derinliği yerine basmakalıp ifadeler, yüzeysel konuşmalar geçiyor yerini. Oysa bu dil, zamanı taşıyan bir gemi gibidir. Onu korumak, geçmişle gelecek arasında kurulan köprüyü korumaktır. Çünkü dil yıkıldığında, düşünce de çöker; hafıza silinir, kimlik buharlaşır.
Dil yalnızca söylenen değil, aynı zamanda susulan şeydir. Sessizliğin de bir dili vardır. Türkçede susmak bile konuşmanın bir parçasıdır. Sözün kıymeti, biraz da onun söylenmeyen yerinde gizlidir. Tıpkı evrende boşlukların da enerji taşıması gibi…
“DİL, KÂİNATIN PLANIDIR.”
Çünkü evren, bir armonidir. Seslerin, renklerin, hareketlerin uyumudur. Ve dil, bu uyumu insan zihnine taşıyan köprüdür. Onu bozan, yalnızca dili değil; evrenin iç sesini de duyamaz olur.
Türkçe bu armoniyi taşır. O, sadece bizim değil, evrenin de dili olabilir.
Bu yüzden Türkçeyi sevmek; yalnızca bir milleti değil, bir varoluş biçimini sevmektir. Türkçeyi korumak; sadece bir kültürü değil, kâinatla kurduğumuz en kadim bağı korumaktır.
Unutmayalım: Kâinatta her şey titreşir. Ses, en saf enerjidir. Ve Türkçenin sesi; bu evrensel titreşimin kadim bir yankısıdır.
Bu yüzden Türkçeyi korumak, sadece kültürel bir görev değil; varoluşsal bir sorumluluktur. Çünkü her sözcükte bir evren saklıdır. Ve biz o evrenin taşıyıcılarıyız.
- MİRAY ANKAOĞLU