Bir Aklı Aydınlatmak 1900’lü yılların başında, şu anda Türkiye Cumhuriyet sınırları içinde olan vilayetlerden sadece bir tanesinin Kent Planı vardı..

Kars’ın! Ruslar, Karsı kuşatmaya gelirken ordularına sadece askerleri değil, kuşatma sonrası kenti şekillendirecek bilim adamlarını da dahil etmişlerdi.. Ve bu bilim adamlarından en önem verdikleri jeologlardı.. Kars vilayetini ziyaret eden bir hükümet üyesi, kahvehanede gördüğü yaşlı bir amcaya selam verip, devletten, hükümetten, validen bir istediği olup olmadığını sorar.. Yaşlı adam cevap verir; - “Allah hepsinden razı olsun, hiç birini başımızdan eksik etmesin, onlardan ne bir şikayetim ne de bir istediğim vardır ama Ruslardan çok şikayetçiyim, Allah onların belasını versin.. 100 sene evvel gelip bir tren istasyonu yaptılar, istasyon artık çok eskidi, oldu virane, Ruslardan ne gelen var ne de giden, insan gelip bir bakar, yıkılmışsa yenisi yapar, tamir eder.. Ben Ruslardan şikayetçiyim!”

Bir kenti planlamak ancak aklın aydınlaması ile mümkün olabilirdi.. Kentlerimizdeki mevcut plansızlığa, bu cümlenin ışığında baktığınızda şaşırmamak gerekir. Pek çok Avrupa şehrinde 50 yıllık yahut 100 yıllık şehir planları vardır. Bu şehir planları öngörülen yıllar boyunca oldukça az revizyonla birlikte, her durumda uygulanmaya devam eder. Nüfusu, ekonomiyi, yapılaşmayı, sanayi gelişimini ve en önemlisi doğal afetleri göz önüne alarak hazırlanır. Her şeyden de önemlisi bu kenti yönetmeye aday kişiler veya kadrolar, şu amaçla yarışırlar seçim zamanları; bu planı en iyi ben uygularım.. Ülkemizde ise durum biraz farklıdır.. Her yeni gelen belediye başkanı yeni bir planla geldiğini söyler.. Bir önceki belediye başkanının yaptıklarının tamamen yanlış olduğunu söyler ve bir önceki dönemde yapılanları ortadan kaldırır.. Bu durum sadece ve sadece plansızlık getirir..

100 yıllık bir planı her koşulda bir şehir için uygulayabilmek ancak aklın aydınlanması ile olabilir.. Mimarlık, insanoğlunun dört duvar bir kapıyı icat ettiği günden beri varolan bir meslektir. Ama bir kenti planlamak başka türlü bir durumdur.. 100 sene önceden nüfusun ne olabileceğini, depremi, ekonomiyi öngörebilmek biraz daha bilimsel ve biraz daha felsefi yaklaşımlar gerektiren bir durumdur. Nisan 2009 tarihinde Sakarya’da katıldığım bir toplantıda, Kızılay yetkilisi “Allah korusun eğer bir deprem olursa..” diyerek başlıyordu cümlesine.. Ama 100 sene evvel Karsı planlayan Jeologlar bu planın uygulanma süresince bu kentin farklı büyüklüklerde, ancak yıkıcı olabilecek en az üç deprem göreceğini söylemişlerdir. Bu iki yaklaşım tarzı birbirinden oldukça farklıdır. Yaklaşımdaki bu küçük (!) farklılıklar uygulamada oldukça büyük farklılıklar getirir Ekonomik çıkarlar doğrultusunda, bilimsel yaklaşımlardan uzan kurulan şehirlerimizde, artık neredeyse tüm yapılar betonarme..

Betonarmeyi bulan Fransızlarda bile yapıların %45’i betonarme iken Türkiye’de bu oran %90’lara ulaşmış durumda. Bunun nedenleri oldukça fazla.. Taş ya da ahşap yapılara oranla betonarme yapılar, aynı yapı alanında daha fazla kat çıkarabilir. Kısa vadede daha ekonomik görülebilir. Ancak betonarme olarak inşa edilen yapıların, temelinden çatısına kadar tüm imalatları sırasında uzman kadrolar tarafından kontrol edilmesi gerekir. Çünkü yanlış yapılsa bile betonarme kolay kolay çökmez.. Ancak bir taş yapı yahut bir ahşap ev, herhangi bir yanlış imalat nedeniyle henüz bitirilmeden çöker. Kulağa betonarme daha iyiymiş gibi geliyor sanırım! Betonarme yapı her aşamada kontrol gerektirir. Peki ülkemizde mütahitlerin hangisi yahut yerel yönetimlerin hangisi bu kontrollerin tamamını yerine getiriyor? Neredeyse hiç biri.. Kontrolsüz yapılaşma sonucunda ise en ufak bir depremde, içerisinde güvenle (!) yaşayan insanlarla birlikte yok olup gidiyor. Ancak bir taş yapı, her hangi bir hatalı imalat sonucunda zaten, çatısı altında bir hayat kurulmadan yıkılıyor.. Ama doğru yapıldığında ise kolay kolay yıkılmıyor. Bunun en büyük örneği en son yaşadığımız Van depreminde görüldü.. Aynı bahçe içerisinde olan eskidi diye boşaltılmış taş okul binası yıkılmadan sapasağlam yerinde dururken, yeni betonarme okul binası yerle bir oldu..

Benzer bir örnek 17 Ağustos depreminde Sakarya’da da görüldü.. Eski ahşap tuğla ama en fazla iki katlı yapıların neredeyse tamamı ayakta kalırken, betonların altında kalan insanların sayısı binlerle ölçüldü.. Eğitim sistemi, tüm mimarları ve mühendisleri neredeyse betonarme üzerine yetiştiriyor. Ne mütahitin, ne arsa sahibinin ne de mimar ya da mühendisin aklına daha az katlı, taş bir yapı gelmiyor. Çünkü kısa vadedeki ekonomik çıkarları buna el vermiyor. Yapıları kimin kontrol etmesi gerektiği tartışılan bir ortamda söz isteyerek inşaatları biz kontrol etmeliyiz diyen bir şahısa kim olduğunu sorduklarında Emlakçılar Odası Başkanı olarak tanıtıyor kendini.. Yapılaşmaya ve kentleşmeye bu tarz bir yaklaşımın varolduğu ülkemiz ortamında, yani yapıların sağlıklı, planlı ve güvenli olup olmadığının önemsiz ama ekonomik değerlerinin en önemli konu olduğu bu ortamda yapı denetim işlerinin emlakçılara verilmesi ya da Emlakçılar Birliği Başkanının bu göreve talip olması şaşılacak bir durum gibi gözükmüyor aslında..

Karslı amca hala Rusların gelip İstasyonu tamir etmesini bekliyor.. Kızılay yetkilileri Allah Korusun diyor, tüm mimarlar ve mühendisler kafalarını parsele gömüp inşa edilecek yapı bu kente, bu mahalleye, bu sokağa uygun mu diye düşünmeden sadece betonarmeyi düşünerek mimari projeler çizip uyguluyorlar, ülkenin en büyük mütahitlerinden biri çıkıp sırıtarak, araba koleksiyonlarını anlattıktan sonra “biz inşaatlarda yıllarca deniz kumu kullandık” diyebiliyor ve ne dürüst adam oluveriyor birdenbire.. Bahsettiğim akıl aydınlanması tam da bunları engellemek için gerekli..