“Dünya, kendi kendini doğuran bir sanat yapıtıdır.”

Kozmostan dünyaya baktığımızda, kendimizi de hayvanlar gibi hayvan, bitkiler gibi bitki hatta nesneler gibi nesne olarak doğanın bir parçası gibi görürüz. Bununla birlikte, İnsan dâhil tüm canlıların ürettiği veya şekillendirdiği nesnelerin düşünceyle ilintili olduğu varsayımı, uzaydan görünmez. Bunun yerine, sürekli hareket halinde olan canlı bir dünya yüzeyi görünür. Tüm canlılar gibi sanatçının nesneleri yerinden etmesi, özünde kendinin yerinden edilişinin yarattığı zorunluluktandır. Bu zorunluluk dünyanın -doğanın- hareketli oluşundandır. İlkel toplumda sanat; dil, dans, ritmik ezgi, büyü törenleri gibi bütün birimleriyle herkesin katıldığı ve insanların doğaya, hayvanlar dünyasına üstün olmalarını sağlayan tam anlamıyla toplumsal bir eylemdi. İlk çağlarda (avcı-toplayıcı) insan, doğayla mücadele adına, doğadan aldığı ritmi, renkleri, şekilleri daha çok kendi bedenine koyuyordu. Bedeni ve bedeniyle özdeşleşen yuvası, bir bütün olarak onun aynı zamanda bellek-mekânı idi. Bedenini boyayan, onu şekillendiren, yaşamının her anında bedeniyle dans eden avcı- toplayıcı insan, hareketli bir heykel olarak hem sanatçı hem de sanat yapıtıydı. Dilbilimsel açıdan, doğanın hem öznesi hem de nesnesiydi.İnsanın bir zamanlar doğasından öğrendiği bilgilerinin depolandığı-biriktirdiği yer, daha çok bedeni ve bedeniyle bütünleşen yuvası iken yerleşik düzene geçmesiyle beraber, bilgisini- belleğini biriktirdiği yer; kendine göre evcilleştirdiği, kutsadığı, adına vatan dediği topraklar ve üzerine kurduğu şehirlerle birlikte Mısır çöllerinde, Nemrut’un tepesinde, Roma meydanlarında yaptığı heykeller oldu. Heykel dikmek aynı zamanda o yeri işaretlemekti, anlam yüklemekti, oraya egemen olan kültürlerin silinmez damgalarıydı.

İnsan, sosyokültürel evriminden de anlaşıldığı üzere; kendini gerçekleştirmesi adına varoluşundan bugüne, bulunduğu doğasından kendini aşama aşama soyutlamıştır. Esasen sanat eylemi de bu soyutlanmanın yansımalarının bir sonucudur. Bu yönüyle modern dönem soyutlama eğiliminin en zirvede olduğu dönemdir. Çünkü özneleşen düşüncenin en özgür olduğu dönemdir. Tüm bunlardan hareketle diyebiliriz ki; insan, bellek olarak var bulunduğu mekânıyla diyalektik bir ilişki içindedir. Bu diyalektik ilişkide mekân, belleği dönüştürüp şekillendirirken, bellekte mekânını şekillendirmiş, dönüştürmüştür. Bu ilişki ve düşünme biçiminin döngüsü, düz bir çizgide ilerleme biçiminde değil, paradoksal bir sarmalda dengeleme şeklindedir. İnsanın tarihi dönemlerine bakıldığında, kimi zaman materyalist kimi zaman ise metafiziksel düşünce biçiminin ön plana çıkması, bu diyalektik ilişkinin yansımaları; sanat nesneleri ise bu ilişkinin ve yansımaların, somut kanıtlarıdır.