Haftanın her günü, günün her saati, her saniyesi ne kadar da çok değiştiriyoruz, duygu balonlarımızı. Pembe balondan gri olana, oradan  yeşile, sonra mavi, sonra tekrar pembe balona zıplayıp duruveriyoruz…  Ve  tüm bu değişiklikleri öyle hızlı, öyle olağan, öyle basit yapıyoruz ki …  Aslında biz bile bilmiyoruz o an’da ki davranışımıza neden olan  balonumuzun şeklini, rengini, niteliğini.. İşin ilginç tarafı ise dışarıdan  bakıldığında bizi gözlemleyenlerin, bizim sadece pembe balondaki yüz  halimizi görmeleri… (ya da bizim öyle zannetmemiz  ah ahh içerde kaç balon birbirlerini ezdi, biri  öbürünün üstüne çıktı, tecavüz etti, diğeri teğet geçti yüz bile vermedi,  öbürü oralı bile olmadı uçtu gitti… Ne kadar da sahtekarız ve becerikliyiz…Hadi bu farkında olduğumuz olaydaki gözlemlerimiz.. Ya bir de farkında olmadan yaşadığımız,  içimizde ancak patladığında can havliyle farkına vardığımız ya da  kanayarak kanatarak sönen balonlarımız… İşte tam burada değişiyor resmin rengi. Onlar acıtarak farkettiriyorlar kendilerini bize.

Bazı anlar vardır; yerimizde zıp zıp duramadığımız, şımarıklıktan, sevilmekten, keyiften tüm bedenimizin sınırlarının yok olduğu, ayaklarımızın yerden kesilip göğe yükseldiğimiz, tüm dünyanın hakimi gibi hissettiğimiz ve o anda sadece ve tek önemli olan şeyin o an’da hissettiğimiz var ol’maktan ya da aslında yok ol’maktan duyduğumuz keyif halleri… Diğer taraftan ise sanki bazen yerin dibine girmişcesine ağır, hareketsiz, elinin ayağının, bedeninin tüm uzuvlarının fazla geldiği, nereye koyacağını bilemediğin, gitmek istediğin, ama çakılı kaldığın, üstelik alnında biriken o soğuk ter ile ne yapacağını bilemediğin, konuşmak istediğin ancak konuşmak için ses tellerinin yetersiz kaldığı ve bir yılan gibi tısladığını duyunca daha da çivi gibi seni yere saplayan duygular…


Ne kadar büyüğüz aslında değil mi? Bu küçücük yürekte, ne kadar çok duygu biriktirebiliyoruz.


Ne kadar becerikliyiz ki, bu kadar derin duygular arasında çok doğal geçişler yapabiliyoruz..


Ve ne kadar yabancıyız kendimize! Yaşadığımız duygunun en ufak bir kırıntısını bile hissetmeden, hissettirmeden tüm günümüzü atlatabiliyoruz.. Ve gün sonunda ‘oh be bugünü de atlattık’ diyerek kendimizi tebrik ederken, içimizdeki anlam veremediğimiz o boşluk duygusu ile uykuya dalıyoruz..


Bir günü daha atlattık!


Hapishane oyununun içindeymişcesine ve salıverilmemize sayılı günler kalmışcasına… Acele ile ve telaş içinde…


Mutlu edilmeyi bekleyerek…


Mesela ben, bir yağmur damlasının tenimde bıraktığı his, vücuduma  dağılan o mutluluk dalgası, yüzümdeki gülümseme.. bir çocuğun  boynuma sarılışında göğsümün tam orta yerinde, yüreğimde hissettiğim,  o özgürleştirici, şeker pembesi beni hafifleten, büyüten, tüm duygularımı  içine alıp dönüştüren, birleştiren duygum.. Sevgi içinde kalabilme halim…  Sevgilimin elimi tutarken duyduğum güven, birlikte yol alma halim…  Nasıl da bedenimin duruşunu değiştiriyor nasıl da ses tonumu  yumuşatıyor nasılda beni gençleştiriyor… Göz kenarımdaki kaz  ayaklarını bile yok ettiğini söyleyebilirim gönül rahatlığı ile.. 


Ama kollarımızda hep bir çocuk, bir sevgili olamaz ki. Oysa içimizdeki küçük çocuğa küçük Tülin’e küçük Ahmet’e küçük Büşra’ya sarılabiliriz. Ve bunu yapmak aklımıza bile gelmez. Neden acaba? Zamanında beklentilerimizi karşılayamadığından paslı kilitler ardında mı unuttuk O’nu?


Sarıldığımız çocuğa ister istemez beklentiler yüklüyoruz.. Büyüyünce bize bakıcak vs vs. Onu da kendi hapishanemizin içinde misafir etmek isteriz.. TAZE KAN’A İHTİYAÇ VARDIR NE DE OLSA BESLENMEK İÇİN… Ne güzel çocuktur o hoplayıp zıplar.. Nasıl olsa büyüyecek acı çekecektir günü gelince, varsın hoplasın şimdi…NE KADAR HOŞGÖRÜLÜYÜZ!..Hep o halde kalmak istediğimizi bile bazen itiraf edemeyiz. Sırf ilgi görmek adına acı çekmeyi yegleyebiliriz, tıpkı çocuklara öğrettiğimiz gibi, tıpkı onlarla sadece ağladıklarında gerçekten ilgilendiğimiz gibi…


İsimler takarız çevremizdeki insanlara, lakaplar ile rencide ederiz onları.. Oysa bilmeyiz kendi sahte yüzlerimizi.. Görmek istemeyiz..Oysa onlarda bizim parçamız.. Hangimiz haklı olmadığımızı bile bile diklenerek beden dilimiz ile karşımızdakine kendimizi haklı göstermemişdir ki…


Bir görebilsek o anda içimizdeki hangi balonların yükseldiğini hangilerinin patladığını.. Oysa o balonlar karşı taraftan öyle güzel, öyle net görünürler ki.. Kendimize körüz biz… Başkalarına dürbün…


Nefes’inize emanet olun…


neslihanman.com


Kişisel Gelişim ve Dönüşüm Danışmanı Neslihan MAN