Akdağlar Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Akdağ, başarılı bir işadamı olmasının yanısıra toplumun sosyal ve ekonomik sorunları ile spor ve kültürel alanlarına da ilgi gösterip, gerektiğinde elini taşın altına koymaktan kaçınmayan, çevresinde sayılıp, sevilen, takdir gören bir kişiliğe sahip.

Üç nesildir Türkiye’de maden ve taş ocakları işletip, daha sonra asfalt üretimi ve inşaat işine de girerek büyük projeler gerçekleştiren Akdağlar Holding’in sahibi Mehmet Akdağ’ı geçtiğimiz günlerde gazeteci arkadaşım Levent Pehlivanoğlu ile ziyaret ettik.

Samimiyetine dayanarak “ağabey” diye hitap ettiğim Mehmet Akdağ, insanlara sempatik yaklaşımı, sohbet ederken bilgi aktarmasını da bilen mütevazi kişiliği nedeniyle daha fazla diyalog içinde olmak istediğim insanların başında gelir. Ancak hem kendisinin hem de gazeteci olarak bizlerin yoğunluğu nedeniyle fazla bir araya gelemesek de her ziyaret ettiğimizde bize zaman ayırıp, çay, kahve ikram etmeden göndermez. Bu arada bir işadamı olarak ülke ve yerel gündemle ilgili sorularımızı açık yüreklilikle cevapladığı için, haber kaynağı olarak da yararlandığımız nadir insanlardan biridir kendisi.

Son ziyaretimizde holding merkezinin koridorunda duran sebze meyve kasaları dikkatimi çekti. Domates, patlıcan, biber, taze fasulye ve karpuzlardan oluşan bir  küme koridorun köşesinde duruyordu.

 

Sarıyer Posta’nın sahibi Levent Pehlivanoğlu’na, “Levent bunlar nedir? Mehmet abi, sebze meyve ihracaatına da başladı galiba” dedim.

“Personel öğle yemeğini buradaki mutfakta pişirilen yemekten yiyor. Bunları onun için pazardan almışlardır” diye karşılık verdi.

Gerçekten de yan tarafta büyük bir mutfak vardı. Ama dikkatli bakan biri bunların öyle marketten pazardan alınan sebze meyve olmadığını anlardı. Karpuzlar yamuk yumuk, domateslerin bazıları çamurlu, bazıları yaralı, patlıcanlar pazarda satılanlar gibi parlak ve aynı boyda standart değildi.

Levent Pehlivanoğlu her ne kadar öyle dese de ben onun gibi düşünmüyordum. "Sorarız Mehmet abiye" dedim.

İyi adam sözünün üzerine gelirmiş, koridorun başındaki ahşap kapı açıldı Mehmet Bey göründü, bizim sebze kasalarına baktığımızı fark edince, “Hepsi organik. Çatalca’daki tarlalarımızda yetiştiriyoruz” dedi. Levent’e “gördün mü” der gibi imalı baktım.

Mehmet Bey’e, “Satmak için değil herhalde abi. Sizin iş alanınızda ziraatçilik yok” dedim.

“Biz bunları hem kendimiz yemek, hem de eşe dosta dağıtmak için yetiştiriyoruz. İnsanlar ağız tadıyla sebze meyve yesin diye” dedi. Sonra asistanına dönüp, ”Arkadaşlara da her birinden birer poşet hazırlatın, giderken götürsünler. Ağız tadıyla yesinler?” dedi. Sonra da bizi odasına davet etti. İkram ettiği çayları içip, biraz  memleket meselelerinden konuştuktan sonra izin istedik. Giderken organik üretim dolu poşetlerimizi de yüklendik.

Evde Mehmet Beyin hediyesi karpuzu keserken şekline aldanıp, ‘şimdi bembeyaz, kabak gibi çıkar’ diye düşünmüştüm ama yanılmışım. Çocukluğumdan bu yana yediğim en lezzetli ve içi kıpkırmızı bir karpuzla karşılaştım. O tad bana, gerçekten de çocukluğumun mahalle aralarında satılan karpuzlarını anımsattı. Sebzeler de aynıydı. Marketten, pazardan aldığımız, tadı tuzu olmayan patlıcan, kabak, fasulye bizlere damak tadını unutturmuş meğersem. Hele de domates. Bahçeden koparıp, tozunu sildikten sonra elma niyetine yediğimiz domatesleri anımsadım.

Teşekkür ederim Mehmet Bey, elinize yüreğinize sağlık. Bir şey üretirken, yerken  dostlarınızı da düşünmeniz ne büyük incelik.

Paylaşma duygusu da dededen atadan geçen davranışlardan olsa gerek. Para çalışarak kazanılıyor da gönül kazanmak için başka şeyler yapmak gerekiyor. Tıpkı Mehmet Akdağ gibi..