Tümüyle barışçıl olan Taksim Gezi Parkı direnişinde, çeşitli inanış, düşünce ve meslekten olan her yaştan insan, demokratik bir hakkın kullanımında omuz omuzaydı. İktidar ise minicik bir yeşil alanı bile betonla doldurmaya azmetmiş bir tavırla barışçı eylemin karşısına tazyikli su, yoğun biber gazı ve polis gücüyle çıktı. Can kaybı, sakat kalan insanlar ve pek çok ağır yaralanma tarihe böylece yazıldı.

Uzun zamandır Anadolu’da köylerde insanlar, HES’lere, maden arama, taş ocağı yapma gibi işlerle doğanın tahribine karşı çıkıyorlardı. Doğayı canları pahasına savundular, çünkü doğa= yaşamdır. İş makinelerinin önünü bedenleriyle kesip, haksızlığa karşı mahkemelerde direndiler. Birçok davayı da kazandılar.

Şehirlerde yaşayan insanları da AVM denen beton yığınları, kentsel dönüşüm denilen çılgın bir betonlaşma, şehir dokusunun alt üst edilişi iyice bunalttı.

Şehrin göbeğinde kalmış son yeşil alanın da betonlaştırılması girişimi bardağı dolduran son damla oldu, parkın park olarak kalması isteği ile başlayan eylem, katılımcı demokrasi talebinde somut bir şekilde ete kemiğe büründü.

Elbette demokrasi, halkın siyasi kararlara doğrudan katılımını hedefleyen ve gerçekleştiren bir düzen. Bundan sonrası için bu hedefin gözardı edilmemesi gerek.

İyi de nedir bu betonlaşma hırsı, telâşı? İnsanları beton bloklarda yaşatma ısrarı? Nedir bu AVM tutkusu? Bunların yanında 3. köprü, 2050 yılının ihtiyacına göre plânlandığı söylenen 3. havalimanı. Yollar, tüneller, alt geçitler v.b. Bu modernleşme mi, rantın cazibesi mi? İktisatçılara ve sosyologlara göre inşaat sektörünün ekonomideki gücü ve ekonominin ayakta kalabilmesinin tarihte de denenmiş, hâlâ da denenen bir yolu. Napolyon 1848 ekonomik bunalımının ardından, ekonomiyi canlandırmak için Paris’i tüm alt yapısıyla birlikte yeniden inşa ettirir.

İkinci Dünya Savaşı ertesi, mali açıdan çöken Newyork karayolları ve alt yapı dönüşümleriyle birlikte bütün çevresiyle yeniden inşa edilir.

20.yy.da büyük boyutlarda kentleşme süreci İngiltere, Almanya, İspanya, İrlanda ve pek çok ülkede yaşandı. Özellikle Çin bu konuda inanılmaz bir atakta. Son yirmi yılda yüzden fazla şehrin nüfusu bir milyonu aşmış durumda.

Geçmiş deneylerin ışığında uzun vadeli çözüm olmadığı bilinen, sermayeye hizmet ederken şehir dokusunu alt üst edip, insanı mutsuzlaştıran bu yöntem, bu gün bizde de gözde.

Oysa tarihten bu yana “şehir hakkı” şehri gönlümüze göre değiştirme ve yeniden inşa etme hakkı olarak kabul edilir. Nasıl bir şehir istediğimiz sorusu, nasıl kimseler olmak istediğimiz, ne gibi toplumsal ilişkiler arayışı içinde olduğumuz, doğayla ilişkiye nasıl bir değer verdiğimiz, nasıl bir yaşam tarzı arzuladığımız, hangi estetik değerlere sahip olduğumuz sorularından ayrı düşünülemez.  Üstelik bu hak bireysel değil kolektif bir haktır. Nasıl bir ülkede yaşamak istediğimiz, doğal kaynaklarımızın kullanımı ve geleceğe yatırım  konuları da herbirimizi doğrudan ilgilendirir. Bu nedenle,  şehrin yeniden düzenlenmesinde, nehirlerin akışında, enerji kaynaklarının seçiminde ve doğanın korunmasında söz sahibi olmalıyız. En baştan tartışma platformlarında yer almalı, karar süreçlerinde mutlaka bulunmalıyız. Gezi eyleminin kazanımı bu yüzden çok değerlidir. Bu yüzden katılımcı demokrasi talebi son derece doğru bir siyasi taleptir.