Ülkemizin dört mevsimi bir arada yaşayabilen iklimi, bereketli toprakları, güçlü akarsuları, doğal güzellikleri, yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle gurur duyarız. Bağları, bahçeleri, tahıl deposu olma özelliğindeki tarlaları, yeraltı kaynakları, tatlı suları, sulak alanları, bitki ve hayvan çeşitliliği gururun ötesinde bu ülkenin insanı için yaşam güvencesidir.

Siyaseten ekonomik büyümenin merkeze alınmasıyla, doğanın yaşamının giderek artan oranlarda feda edilmesi olgusu bu güvenceyi tehdit ediyor. Hatta bu tehdit, doğrudan, sağlıklı bir çevrede yaşam hakkımıza yönelmiş durumda. Gördüklerimiz, yaşadıklarımız ve bizlere ulaşan bilgiler doğanın geri dönülmez biçimde tahribini gösteriyor, içimizi acıtıyor.

Biz insanlar, canlı ve cansız çevrenin tamamı demek olan ekosistemin bir parçasıyız. Ama para ve ekonomik büyüme merkeze alınınca, insan parçası olduğu ekosistemi yani yaşamı düşünmüyor. Yalnız ülkemizde değil dünyada da insan davranışı aynı yönde.

Dünyada insan eliyle oluşturulan ekolojik yıkım yani doğa ve çevre tahribatıyla iklim değişikliğinin boyutları yaşamı iyice tehdit eder hale gelince zararın farkına varılıyor. Yıkımın önüne geçilmesi için ne yapılabilir soruları ülkelerdeki hukuk sistemini de zorluyor. Çevre koruma yasaları yapılıyor. Doğanın hakları anayasalara yazılarak güvenceye alınıyor.

Dünyada çevre koruma ile ilgili hükümlerin anayasalarda yer alması 1950’ li yıllarda başlar. 1970’ li yıllarda çevre tahribatının artması sonucu toplumların, ülkelerin ve uluslararası toplumun geliştirdiği politikalar anayasalara da yansır. 2000 yılında dünyadaki anayasaların %68’ inde çevre hükümleri yer alır. Bu, bizde de 1982 Anayasası’nda “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir” ifadesiyle yer alır.

Devletlerin anayasalarında yer alan çevresel hükümler genelde bizimki gibi, insanın çevre hakkına, insanın sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına atıf yaparak, çevre korumada devletlerin ve kişilerin haklarına odaklanıyor. Çevreci  anayasa tartışmalarının bu hükümlerden ayrıldığı nokta ise “doğanın insan gibi bir hak öznesi olup olamayacağı” üzerine.

Ekolojik, çevreci anayasa talepleri, doğal kaynakların doğal varlıklar olarak tanımlanması; doğada olası zararlara yol açabilecek faaliyetlerde ihtiyatlı olma ilkesinin benimsenmesi; yurttaşların merkezi ve yerel idari karar ve tasarruflara etkin katılımının sağlanması konusunda yoğunlaşıyor.

Ülkemizde de yapılacak yeni anayasanın sivil, demokratik ve özgürlükçü olmasının yanısıra çevreci olması gerektiği ve doğanın vaz geçilmez, devredilmez haklarının güvenceye alınması savunuluyor. Bolivya ve Ekvator, anayasaları ile doğanın yasal haklarını doğrudan “hak öznesi” olarak tanıyan başlıca ülkeler. Bolivya, dünyada doğanın yasal haklarını tanıyan ilk ülke. İklim değişikliğini önlemek, doğal varlıkların sömürülmesini engellemek ve Bolivya halkının yaşam kalitesini yükseltmek adına alınan bu karar, doğa ile insanı eşit statüde kılıyor. 2008’ de referandumla kabul edilen Ekvator Anayasası’nın 71. Maddesi; “hayatın gerçekleştiği doğanın da var olma” hakkını tanıyor ve yasal koruma altına alıyor.

Anayasalar da dahil insan yapımı yasaların varlığına karşın insan hakkı ihlalleri düşünülünce, yasaların doğa haklarının korunmasında başarılı olup olamayacaklarını düşünebiliriz. Ama yine de insanlığın bir parçası olduğu çevre bilincine ulaşması, çevreyi korumak için kolları sıvaması doğru ve desteklenecek bir aşama.

RezanÖzger

www.rezanozger.com